Değerli yazarım Abdullah Küçük Yalancı Pollyanna kitabımı satın almış ve üzerine böyle güzel bir yorum geldi. Abdullah Küçük 🤩
Değerli yazarım ilk başta biliyorum ki bu içten, naif yorumun üzerine
ne söylesem yalan olur. Bir kere yer yer gülümsetirken , bazı yerlerde
"ben neymişim" dedim. Bir yorum bu kadar mı güzel yapılır, insanın
içine işler. Nasıl güzel bir yüreğiniz var ? Gerçekten çok mutluyum şu an. 🤩
Bazen insan kendi farkında olmadığı an'lar vardır ve birisi gelip tokat
atar. Işte her vazgeçmiş gibi olduğum da böyle güzel yorumlar ile
değerli hediyeler alıyorum. İyi ki varsınız. Size kocaman yürekten
teşekkür ediyorum. Umarım kendimi çok fazl bir şey sanmam bu yorumdan
sonra ama bana çok iyi geldiğini söyleyebilirim.
İŞTE YAZARIMIZIN BENİ ONURE EDEN MUHTEŞEM ÖTESİ YORUMU
#okudumbitti
#yalancıpollyanna
#duygusongulkahraman
#arsineyayınevi
Öncelikle şunu söylemeliyim: elbette ki edebiyat özenli, sanatsal tümcelerle daha görkemli bir hal alır ancak heyecan, arzu ve coşkuyla yazılmış metinler benim için daha kıymetlidir. Çünkü orada ete kemiğe bürünmüş insanı görürsünüz.
Duygu'nun bu noktada iştahı çok güçlü, bu biline...
Şimdi kitaba geçebiliriz:
Henüz ilk sayfada gülümsetiyor beni Duygu, çünkü önsözle adeta bir tavernaya gelmişim duygusu yaşıyorum. Yazar, piyanonun önüne oturmuş, “Oooo Abdullah Beyler de gelmişler,” diyor, sonra bizden sonra gelenlere sesleniyor, “Sizler de hoş geldiniz, şöyle buyurun!” Sanki fonda da Nejat Alp “Sıksa da canını sıksa da...” şarkısını söylüyor.
Böyle başlamış sevgili Duygu önsöze, “Lütfen buyrun dostlarım, sizler de hoş geldiniz...”
Sonra ilk satırda cehaletimle yüzleşiyorum, ‘4444 Salatı Tefriciye’ diye bir şeyden bahsediyor. O neydi ki? Meğer meşhur bir duaymış. Duaların da meşhuru oluyormuş!
Ama şunu unutmamak gerek; hangi yaşta olursak olalım yeni bir şey öğrenmek güzel bir duygu.
Nihayet kitabı okumaya başlıyorum, ama üçüncü paragrafta, “Yıl 2011 ve günlerden Cuma günü” satırı gözüme takılıyor, ‘günü’ kelimesi olmamalıydı diyorum. Ardından aynı paragrafta, “Birkaç yılda aslında tek başıma yaşadım” cümlesinde ‘yılda’ kelimesi doğru yazılmamıştı.
Daha önce bir yazımda bahsetmiştim; film yönetmenleri, filmi seyirciler gibi izlemez, kamera arkasındaymış gibi sahneye bakar, filmin ruhunu, güzelliğini kaçırırlar. Kendimi kuru fasulye gibi nimetten sanıp, başkalarının kitaplarını okurken aynı hataya ben de düşüyorum.
“Şunu şöyle yazsaymış, bu fazlalık olmuş, o kelime orada eğreti...” gibi.
Böyle hatalı ifadelerle ilerlerken anlatıcı birden, beni duymuşçasına 17. sayfada DUR! diyor. Duruyorum. O, edebiyat yapmadığını canhıraş haykırıyor, “BENİM İÇİN YAZMAK SESSİZ BİR ÇIĞLIK,” devam ediyor, “... amaçsızca yazarım. Yazarken düzeni sevmiyorum, yani kafiyeli olacakmış, yok imla hatası olmayacakmış.”
Beni, öyle okuyamazsın diye adeta fırçalıyor, hatta ileri gidip tokatlıyor ve kocaman kocaman sesleniyor;
“YAZMAKTAKİ AMACIM YAZARAK BİRÇOK YANLIŞIN DÜZELECEĞİNE İNANMAMDAN DOLAYIDIR.”
Böylece kendime geliyorum, yazım hatalarını bırakıp, anlatıcıya kulak veriyorum. O an bir şey fark ediyorum. Yazar tıpkı bir maestro, evet, evet şaka değil. Duygu tıpkı bir orkestra şefi gibi davranarak yazmış kitabını.
Şöyle ki: kimi sayfalarda sadece kemanları, yeri geliyor tüm enstrümanları, kafam karışıyor, davullar devreye girdiğinde hiddetlenen cümleleri okuyorsunuz, ardından birden ritim düşüyor, öfke diniyor, hafiften viyolonselin sesi ruhunuza akıyor...
Hani bazı sanatçıların bazı şarkıları yüksek sesle kulağa daha hoş gelir, o vakit zevkini alırsınız ya, ya da bazı şarkıları sesi kısarak dinleriz. Duygu’nun başlangıçtaki ilk sayfalarını muhakkak ama muhakkak yüksek sesle okumayı tavsiye ederim, o vakit tadına varırsınız.
Ortalarından itibaren ‘yaşam koçu’ tarzıyla yazdığı sayfalara dek, ondan sonra onunla birlikte siz de sakinleşirsiniz artık..
Edebiyat dünyasıyla tanıştım tanışalı edebiyatın o söylenen katı kurallarından, kalıplarından, olması gerektiği dillendirilen tarzlarından hiç yana olmadım, Marcel Proust gibi her satırı ağır edebi bindirmeler olan, sayfalarca betimleme yapan yazarları sevemedim. Daha çok konuşma dilini kullanan yazarları, o tarzı başlatan Laurence Sterne’i, Celine’i, Henry Miller’i, Charles Bukowski’yi sevdim. Edebiyatı klişe gibi gören kimi edebiyatçılar bu tarza ‘sokağın dili’ der küçümserler ama onlar, onlara inat edebiyatın başköşesine yerleşmiştir. İsimlerini tüm dünyaya duyurmuşlardır. Şu, ‘alaylı mı mektepli mi?’ olayı. Orada dahi bellidir üstünlükleri, çünkü alaylı aynı zamanda, ‘debdebeli, tantanalı, eğlenceli ve istihzalı’ anlamlarına da gelir.
Duygu da konuşma diliyle üst perdeden öyle hoş bir dalış yapmış ki kitabına, kendinizi şefin orkestrasına bırakıyor, onun tüm samimiyeti ve dürüstlüğüyle, hiç yazım kurallarına takılmadan yaşadıklarını susup, onunla dertlenerek, olana bitene şaşarak okuyorsunuz ve farkında olmadan kendisinin ‘avni’ dediği o şerefsiz kansere bayramlık ağzınızı açıyorsunuz.
Şimdi, kitabın kapsamlı yorumunu işin ustası Nurcan Öztemel Dağ’a bırakıyorum. Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim. Bu çığlığı, bu öfkeyi bir tiyatroda ya da bir film sahnesinde bir sanatçının performansıyla, onun sesinden dinlemiş olsak ne güzel olurdu?
Sahne gözümde canlanıyor.
Anlatıcı bir karyolanın üzerinde oturmakta; ilk seksen sayfayı gözümüzün içine baka baka, kah meddahlar gibi canlandırma yaparak, kah eskilerin destancıları gibi kimi yerlerde acındırarak, kimi yerde ağlatarak, sonlara doğru bir psikiyatr ağır başlılığı ile usul usul ezbere okumaktadır...
Önce sahnede anne; olanı biteni kendi bakış açısı ve bir anne duyarlılığıyla anlatıyor, kocasını suçlayıp duruyor. Sonraki sahnede parmaklarının arasına tabakasını sıkıştırmış cigara dolarken tane tane yaşadıklarını anlatan babayı dinliyoruz. Sırada büyük abla, onun akıllı uslu sözlerine kulak verirken, acı kahvenizi içebilirsiniz. Abisi Uğur’u kesinlikle bir çocuk seslendirmeli, ama elinizde de bir mendil olmalı. Safiye ablasını mesafeli dinlemelisiniz, ya da aranıza bir fiskos sehpası koyun, onun laga lugalarına, sehpayı parmaklarınızla tıkırdatarak eşlik ediniz, zira onun gerekçeleri, kendini haklı çıkarma çabaları pek ikna edici gelmeyebilir. Hani empati duygunuzu kaybedebilirsiniz diye uyarayım dedim.
Son söz; Duygu’nun anlatımındaki içtenliğe, 26. sayfadaki paragraf şahitlik eder.
“... büyülü bir andı. Yüzümüzü yaklaştırdık nefesimiz konuştu biz sustuk, sustum. Oysa ne çok şey anlattık geçen saniyede. İçim içime sığmıyordu bir an, “Seni kocaman seviyorum” demek istedim sonra vazgeçtim, o bilir dedim. Dilimin ucuna geldi, tekrar gözlerine baktım, “Söyle” dedi. Kekeledim kızardım. Saniyeler saat oldu, sonra tekrar içimden o bilir dedim. O kadar yoğundu kiduygularım niyeyse onu o an kaybedeceğim fikri çöreklendi yüreğime...”
Son söz.
POLLYANNA (TATLI-LİMON), bireyin karşılaştığı her kötü durumda, “İyi ki daha kötüsü başıma gelmedi” diyerek mutluluk oyunu oynamasıdır.
Öfkeni; (hani FIRTINALAR DÖKÜLÜYOR ÜZERİME VE BEN ÜŞÜYORUM diyorsun ya), coşkuyla edebiyata geçirmiş olmanı sevdim.
Ünlü yönetmen Fellini der ki; “İyi bir filmin kusurları olması gerekir, hayat gibi, insanlar gibi.”
Tebrikler Duygu Songül Kahraman, yolun açık olsun...
İŞTE YAZARIMIZIN BENİ ONURE EDEN MUHTEŞEM ÖTESİ YORUMU
#okudumbitti
#yalancıpollyanna
#duygusongulkahraman
#arsineyayınevi
Öncelikle şunu söylemeliyim: elbette ki edebiyat özenli, sanatsal tümcelerle daha görkemli bir hal alır ancak heyecan, arzu ve coşkuyla yazılmış metinler benim için daha kıymetlidir. Çünkü orada ete kemiğe bürünmüş insanı görürsünüz.
Duygu'nun bu noktada iştahı çok güçlü, bu biline...
Şimdi kitaba geçebiliriz:
Henüz ilk sayfada gülümsetiyor beni Duygu, çünkü önsözle adeta bir tavernaya gelmişim duygusu yaşıyorum. Yazar, piyanonun önüne oturmuş, “Oooo Abdullah Beyler de gelmişler,” diyor, sonra bizden sonra gelenlere sesleniyor, “Sizler de hoş geldiniz, şöyle buyurun!” Sanki fonda da Nejat Alp “Sıksa da canını sıksa da...” şarkısını söylüyor.
Böyle başlamış sevgili Duygu önsöze, “Lütfen buyrun dostlarım, sizler de hoş geldiniz...”
Sonra ilk satırda cehaletimle yüzleşiyorum, ‘4444 Salatı Tefriciye’ diye bir şeyden bahsediyor. O neydi ki? Meğer meşhur bir duaymış. Duaların da meşhuru oluyormuş!
Ama şunu unutmamak gerek; hangi yaşta olursak olalım yeni bir şey öğrenmek güzel bir duygu.
Nihayet kitabı okumaya başlıyorum, ama üçüncü paragrafta, “Yıl 2011 ve günlerden Cuma günü” satırı gözüme takılıyor, ‘günü’ kelimesi olmamalıydı diyorum. Ardından aynı paragrafta, “Birkaç yılda aslında tek başıma yaşadım” cümlesinde ‘yılda’ kelimesi doğru yazılmamıştı.
Daha önce bir yazımda bahsetmiştim; film yönetmenleri, filmi seyirciler gibi izlemez, kamera arkasındaymış gibi sahneye bakar, filmin ruhunu, güzelliğini kaçırırlar. Kendimi kuru fasulye gibi nimetten sanıp, başkalarının kitaplarını okurken aynı hataya ben de düşüyorum.
“Şunu şöyle yazsaymış, bu fazlalık olmuş, o kelime orada eğreti...” gibi.
Böyle hatalı ifadelerle ilerlerken anlatıcı birden, beni duymuşçasına 17. sayfada DUR! diyor. Duruyorum. O, edebiyat yapmadığını canhıraş haykırıyor, “BENİM İÇİN YAZMAK SESSİZ BİR ÇIĞLIK,” devam ediyor, “... amaçsızca yazarım. Yazarken düzeni sevmiyorum, yani kafiyeli olacakmış, yok imla hatası olmayacakmış.”
Beni, öyle okuyamazsın diye adeta fırçalıyor, hatta ileri gidip tokatlıyor ve kocaman kocaman sesleniyor;
“YAZMAKTAKİ AMACIM YAZARAK BİRÇOK YANLIŞIN DÜZELECEĞİNE İNANMAMDAN DOLAYIDIR.”
Böylece kendime geliyorum, yazım hatalarını bırakıp, anlatıcıya kulak veriyorum. O an bir şey fark ediyorum. Yazar tıpkı bir maestro, evet, evet şaka değil. Duygu tıpkı bir orkestra şefi gibi davranarak yazmış kitabını.
Şöyle ki: kimi sayfalarda sadece kemanları, yeri geliyor tüm enstrümanları, kafam karışıyor, davullar devreye girdiğinde hiddetlenen cümleleri okuyorsunuz, ardından birden ritim düşüyor, öfke diniyor, hafiften viyolonselin sesi ruhunuza akıyor...
Hani bazı sanatçıların bazı şarkıları yüksek sesle kulağa daha hoş gelir, o vakit zevkini alırsınız ya, ya da bazı şarkıları sesi kısarak dinleriz. Duygu’nun başlangıçtaki ilk sayfalarını muhakkak ama muhakkak yüksek sesle okumayı tavsiye ederim, o vakit tadına varırsınız.
Ortalarından itibaren ‘yaşam koçu’ tarzıyla yazdığı sayfalara dek, ondan sonra onunla birlikte siz de sakinleşirsiniz artık..
Edebiyat dünyasıyla tanıştım tanışalı edebiyatın o söylenen katı kurallarından, kalıplarından, olması gerektiği dillendirilen tarzlarından hiç yana olmadım, Marcel Proust gibi her satırı ağır edebi bindirmeler olan, sayfalarca betimleme yapan yazarları sevemedim. Daha çok konuşma dilini kullanan yazarları, o tarzı başlatan Laurence Sterne’i, Celine’i, Henry Miller’i, Charles Bukowski’yi sevdim. Edebiyatı klişe gibi gören kimi edebiyatçılar bu tarza ‘sokağın dili’ der küçümserler ama onlar, onlara inat edebiyatın başköşesine yerleşmiştir. İsimlerini tüm dünyaya duyurmuşlardır. Şu, ‘alaylı mı mektepli mi?’ olayı. Orada dahi bellidir üstünlükleri, çünkü alaylı aynı zamanda, ‘debdebeli, tantanalı, eğlenceli ve istihzalı’ anlamlarına da gelir.
Duygu da konuşma diliyle üst perdeden öyle hoş bir dalış yapmış ki kitabına, kendinizi şefin orkestrasına bırakıyor, onun tüm samimiyeti ve dürüstlüğüyle, hiç yazım kurallarına takılmadan yaşadıklarını susup, onunla dertlenerek, olana bitene şaşarak okuyorsunuz ve farkında olmadan kendisinin ‘avni’ dediği o şerefsiz kansere bayramlık ağzınızı açıyorsunuz.
Şimdi, kitabın kapsamlı yorumunu işin ustası Nurcan Öztemel Dağ’a bırakıyorum. Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim. Bu çığlığı, bu öfkeyi bir tiyatroda ya da bir film sahnesinde bir sanatçının performansıyla, onun sesinden dinlemiş olsak ne güzel olurdu?
Sahne gözümde canlanıyor.
Anlatıcı bir karyolanın üzerinde oturmakta; ilk seksen sayfayı gözümüzün içine baka baka, kah meddahlar gibi canlandırma yaparak, kah eskilerin destancıları gibi kimi yerlerde acındırarak, kimi yerde ağlatarak, sonlara doğru bir psikiyatr ağır başlılığı ile usul usul ezbere okumaktadır...
Önce sahnede anne; olanı biteni kendi bakış açısı ve bir anne duyarlılığıyla anlatıyor, kocasını suçlayıp duruyor. Sonraki sahnede parmaklarının arasına tabakasını sıkıştırmış cigara dolarken tane tane yaşadıklarını anlatan babayı dinliyoruz. Sırada büyük abla, onun akıllı uslu sözlerine kulak verirken, acı kahvenizi içebilirsiniz. Abisi Uğur’u kesinlikle bir çocuk seslendirmeli, ama elinizde de bir mendil olmalı. Safiye ablasını mesafeli dinlemelisiniz, ya da aranıza bir fiskos sehpası koyun, onun laga lugalarına, sehpayı parmaklarınızla tıkırdatarak eşlik ediniz, zira onun gerekçeleri, kendini haklı çıkarma çabaları pek ikna edici gelmeyebilir. Hani empati duygunuzu kaybedebilirsiniz diye uyarayım dedim.
Son söz; Duygu’nun anlatımındaki içtenliğe, 26. sayfadaki paragraf şahitlik eder.
“... büyülü bir andı. Yüzümüzü yaklaştırdık nefesimiz konuştu biz sustuk, sustum. Oysa ne çok şey anlattık geçen saniyede. İçim içime sığmıyordu bir an, “Seni kocaman seviyorum” demek istedim sonra vazgeçtim, o bilir dedim. Dilimin ucuna geldi, tekrar gözlerine baktım, “Söyle” dedi. Kekeledim kızardım. Saniyeler saat oldu, sonra tekrar içimden o bilir dedim. O kadar yoğundu kiduygularım niyeyse onu o an kaybedeceğim fikri çöreklendi yüreğime...”
Son söz.
POLLYANNA (TATLI-LİMON), bireyin karşılaştığı her kötü durumda, “İyi ki daha kötüsü başıma gelmedi” diyerek mutluluk oyunu oynamasıdır.
Öfkeni; (hani FIRTINALAR DÖKÜLÜYOR ÜZERİME VE BEN ÜŞÜYORUM diyorsun ya), coşkuyla edebiyata geçirmiş olmanı sevdim.
Ünlü yönetmen Fellini der ki; “İyi bir filmin kusurları olması gerekir, hayat gibi, insanlar gibi.”
Tebrikler Duygu Songül Kahraman, yolun açık olsun...
0 yorum:
Yorum Gönder